Portekiz’de ilk gittiğimiz yer Lizbon oldu. Lizbon’da her anımız dolu dolu ve çok keyifli geçti! Buradaki deneyimlerimizi gün gün yazdım, biraz uzun olduğu için okumak istemezseniz direkt sondaki özete geçebilirsiniz 🙂
Biz hem Lizbon çevresinde birkaç yer gezmek istediğimiz hem de sonrasında Porto‘ya gideceğimiz için araba kiraladık. Lizbon’da araba kullanımı kolay, aynı zamanda park yeri de bulabiliyorsunuz. Fakat, arabayı alana kadar çok zorlandık. Önceden her şeyi ayarlamış olmamıza rağmen tüm sırayı bekledik. En azından beklediğimiz arabadan daha üst bir model verdiler, arabadan çok memnun kaldık.
1.gün:
Arabamızı alıp havaalanından çıktıktan sonra otelimize gittik. Biz Palacete Chafariz d’El Rei‘de kaldık. Bu otel 19. yüzyılda aristokrat bir aileye aitmiş. Birkaç yıllık bir renovasyonun ardından tekrar açılmış. Binanın hem içi hem de dışı inanılmaz güzel. Otelde Tejo nehri manzaralı çok tatlı bir teras var, orada keyifle çaylarınızı veya kahvelerinizi içebilirsiniz (mesela ben orada kaldığım sürece her sabah müthiş bir kahvaltı sonrası o manzara karşısında kahve içtim). Odaların içi de çok güzel dekore edilmiş, tavanlar çok yüksek… Gerçekten otelden çıkasınız gelmiyor. Ayrıca bir alt sokakta arabanızı park edebileceğiniz açık bir otopark bulunuyor. Otelin fiyatlarının da tüm bu özellikleriyle doğru orantılı olduğunu göz önünde bulundurun.
İlk akşam için bir rezervasyon yaptırmamıştık, dolayısıyla öncelikle Alfama‘da biraz dolaştık. Burası Lizbon’un en eski bölgelerinden bir tanesi. Minik, labirent gibi daracık sokaklar, eski evler, restoranlar ve Fado müziğinin en yaygın olarak bulunabileceği bir bölge. Bütün sokakları baştan sona dolaştık… Artık acıktığımızda rezervasyon yaptırmamanın kötü bir seçim olduğunu düşünmeye başladık çünkü beğendiğimiz her yer doluydu! (Bunu da aklınızda bulunsun diye söylüyorum, mutlaka önceden rezervasyon yaptırın)
Fakat sonra şansımıza daha aşağılarda çok tatlı bir yer bulduk. Orada yediğimiz yemekler gerçekten çok lezzetliydi ama ne yazık ki restoranın adını hatırlamıyorum. Ahtapotlu bir şeyler yemiştik ve çok güzeldi. Zaten yolculuk ve Alfama yürüyüşü sonrası yorulduğumuz için yemekten sonra yine dolaşa dolaşa, fado dinleye dinleye otelimize geri döndük.
2. gün:
Ertesi gün Lizbon’dan yaklaşık bir, bir buçuk saat uzaklıktaki Sintra‘ya gittik. Sintra’da gezilecek birçok farklı yer var. Seyahatimizi planlarken Park and National Palace of Pena, Park and Palace of Montserrat, Portuguese School of Equestrian Art gibi farklı yerlere gitmek istemiştim ancak hepsini bir günde yapmak imkansız! Çünkü saray ve özellikle de bahçeler kocaman.
Sonuç olarak biz Park and National Palace of Pena‘ya gittik. O kadar renkli, o kadar güzeldi ki! Her anından çok keyif aldık. Biletimizi gitmeden önce internetten aldığımız için hiç sıra beklemedik (bilet fiyatı 13.3 EUR). Aynı zamanda shuttle için de ekstra bir tutar (3 EUR) ödeyerek bilet alabilirsiniz, unutmayın ki onu ayrı almanız gerekiyor. Park çok büyük olduğu için sizi girişten saraya shuttle götürüyor.
Pena Sarayı’na shuttle ile çıktıktan sonra parkta biraz dolaşalım dedik. Parkın içerisinde farklı farklı bölümler var, sanırım biz hepsini dolaştık. Sanırım o gün 17 km civarında bir yürüyüş yaptık ama en güzeli bunu hiç anlamadık. Hindistan’dan, Yeni Zelanda’dan getirilen bitkiler, kuğuların ve ördeklerin yüzdüğü göller, daha önce hiç görmediğimiz türde çiçekler, atlar ve daha nelerle karşılaştık! Oraya gidecek olursanız mutlaka parkta da dolaşmalısınız.
Sintra dönüşü otelde biraz dinlendikten sonra Faz Figura’ya akşam yemeğine gittik. Otele on dakika yürüme mesafesi yazıyordu ama ondan birazcık daha fazla sürdüğünü söyleyebilirim. Çok güzel bir terası var, manzarası görmeye değer. Onun dışında yemekleri de çok başarılıydı. Lizbon’da tavsiye edeceğim restoranlardan bir tanesi!
3. gün
Lizbon’daki üçüncü günümüzde kahvaltımızı yaptıktan sonra şehri tuk tuk ile gezmek istedik (daha önce gidenlerden mutlaka öyle gezin diye tavsiye almıştık :)). Şansımıza otelin hemen aşağısında bir tane bulduk! Birazcık pazarlık yaptıktan sonra tuk tuk şoförümüz Markus ile gezimize başladık.
İlk önce Praça do Comercio ve Sao Nicolau‘ya gittik. Burası Lizbon’un ana meydanı. Sonrasında 17. yüzyıldan kalma Sao Vicente de Fora Manastırı‘nı gördük, burası Lizbon’un en önemli kiliselerinden bir tanesiymiş ayrıca içerisinde konserler veriliyormuş.
Daha sonra benim en bayıldığım yerlerden bir tanesi olan Graça’ya gittik. Burası tepeden tüm Lizbon’u görebileceğiniz bir yer. Biz gittiğimizde birileri gitar çalıyordu, birileri oturup manzaranın keyfini çıkarıyordu. Markus burada bize tüm şehri anlattı, sonra da fotoğraflarımızı çekti.
Bir sonraki durağımız National Pantheon, Santa Engracia Kilisesi oldu. Ardından Sao Miguel’e gittik. Burada Saint Vicente heykeli ve deniz manzaralı kafeler, restoranlar bulunuyor. Sonra Lizbon’un en eski kilisesi olan Lizbon Kilisesi’ne (Lisbon Se) gittik. İlk olarak inşaatına 1147 yılında başlanmış ancak yıllar boyu renovasyonlar geçirmiş.
Farklı farklı akımlara tanıklık etmiş bu kiliseden sonra Teatro Nacional de Sao Carlos’u görmeye gittik. Burası da Lizbon’un en tarihi bölgelerinden biri olan Chiado bölgesinde yer alan 1793 yılında yapılmış bir opera salonu! (Karşısında da gitmek istediğim ancak gitmeye vakit kalmayan Martinez restoran var, bir dahaki sefere mutlaka oraya da gideceğim!)
Sonrasında Elevador de Santa Justa’da (asansör) durduk. Burası Lizbon’un en önemli yerlerinden bir tanesiymiş, Markus burayı da görmemizi istedi.. Son olarak da Igreja de Sao Roque’yi gördük. Bu kilise de dışı normal, pek de etkileyici olmayan, hatta sokak arasında kalmış denilebilecek halde olup içerisi tamamen altın olan bir yer.
Burayı da gördükten sonra Markus bizi otelimize bıraktı. Tahmin ettiğimizden daha uzun süren tuk tuk turu bizi beklediğimizden de çok memnun etti. Kesinlikle denemelisiniz! Hem çok bilgi sahibi oluyorsunuz, hem de şehir o kadar güzel ki… Sadece binalara baksanız bile hoşunuza gidiyor!
Öğlen La Boqueria’ya bir şeyler yemek için gittik. Burası kocaman bir alanda çok başarılı restoranların küçük standlarının olduğu bir yer. Dolayısıyla değişik tatları deneyebiliyorsunuz. Biraz kalabalık olmasının dışında çok güzeldi bence.
Sonrasında benim çok görmek istediğim Cristo Rei heykeline de gittik ama biraz geç kalmışız. Altı buçuğa kadar yetişiriz diye düşünmüştük ama yol hesapladığımızdan birazcık daha uzun çıktı. Yine de uzaktan olsa da görmüş olduk.
Akşam yemeği için Mini Bar’a gittik. Jose Avillez Portekiz’de farklı farklı restoranları olan çok meşhur bir şef (o yüzden Porto yazısında da adını göreceksiniz). Mini Bar da onun restoranlarından bir tanesi. Burada farklı bir konsept bulunuyor. Yemeklerin hiçbiri göründüğü gibi değil. Mesela çikolata gibi görünen bir şey vardı (hala ne olduğundan emin değilim) ama tadını ben hiç beğenmedim (yanımdaki arkadaşım beğendi aslında galiba ama olsun). Bir de ağızda patlayan çok ilginç bir şey vardı… Ama isimlerini hatırlamıyorum. Normal yemekler de var tabi, ama genel olarak benim için ilginç bir deneyimdi ve çok memnun kaldım.
4.gün
Bu Lizbon’daki son günümüzdü, otelden check-out yaptıktan sonra aslında önceki gün gitmeyi planladığımız ama halimizin kalmadığı Belem’e gittik. Burası da gerçekten çok etkileyici bir yer. Fakat, Belem’de gittiğimiz her yerde inanılmaz uzun sıra vardı. Bu yüzden beklediğimiz kadar keyif alamadık açıkçası. Belem’e gidecek olursanız Pasteis de Belem’i mutlaka duyarsınız. Burası 1837’den beri “nata” yapan bir pastane. Çok müthiş olduğu umuduyla gittik ama biraz hayal kırıklığına uğradık.
Porto’ya doğru yola çıkmadan önce Lizbon’un çevresinde görmek istediğimiz birkaç yere de uğradık (arabamız olması kafamıza göre gezmemiz için çok iyi oldu gerçekten, size de araba kiralamanızı tavsiye ederim). Öncelikle Nazare’ye gittik, burası çok tatlı, minik bir sahil kasabası.
Orayı dolaştıktan sonra Cascais’e gittik. Bir sahil kasabası olan Cascais’de okyanus kıyısındaki falezlere dalgaların çarpmasıyla oluşan Boca Inferno (Hells Mouth) bulunuyor. Burası çok etkileyici kesin görmelisiniz. Buraya geldiğimizde artık acıktığımız için karşımıza çıkan Mar do Inferno’da yemek yedik. Farklı farklı deniz ürünleri yediğimiz bu restoran çok hoşumuza gitti! Tattığımız her şeyin çok taze ve leziz olmasının yanında, bize tam istediğimiz masayı veren çalışanlar çok tatlıydı.
Porto’ya varmadan önceki son durağımız Obidos oldu. Ben Obidos’a bayıldım! Burada kocaman surlarla çevrili bir kale var. Surların tepesinde dolaşabiliyorsunuz. Ayrıca minicik sokaklar arasında küçük dükkanlar bulunuyor. O kadar tatlı bir yer ki! Tabi burayı da bu kadar sevince zamanın ne kadar hızlı geçtiğini anlayamadık.
Kısacası Lizbon da çevresindeki yerler de harika!
Başta da söylediğim gibi yazı biraz uzun oldu, o yüzden adı geçen yerleri (gitmek isteyip de gidemediğim yerleri de buraya yazıyorum belki siz gidebilirsiniz) özetlemek gerekirse:
Gezilecek yerler:
- Alfama bölgesi
- Praça do Comercio
- Monastery of Sao Vicente de Fora
- Graça
- National Pantheon
- Sao Miguel
- Sao Nicolau
- Lisbon Se
- Chiado bölgesi
- Teatro Nacional de Sao Carlos
- Elevador de Santa Justa
- La Boqueria
- Cristo Rei
- Belem
- Torre de Belem
- Sintra
- Park and National Palace of Pena (Sintra)
- Park and Palace of Monserrate (Sintra)
- Portuguese School of Equestrian Art (Sintra)
- Convent of Capuchos (Sintra)
- Cascais
- Boca Inferno (Cascais)
- Nazare
- Obidos
Yeme-içme:
- Faz Figura
- Mini Bar
- Martinez
- Cafe Lisboa
- Pizzaria Lisboa
- Bairro do Avillez
- Belcanto
3 Yorumlar
[…] biz farklı farklı yerlere gittiğimiz için biraz uzun sürdü. Nereleri gezdiğimizi ise Lizbon yazısında bulabilirsiniz) ama İstanbul’dan direkt uçuş da var, beş saat civarı […]
[…] gezilecek yer var. Porto yazısında da belirttiğim gibi biz burada yalnızca dört gün kaldık (Lizbon‘dan geldiğimiz gün zaten akşam olmuştu) ama dolu dolu gezme fırsatımız oldu. Bu […]
[…] akşam evimizin hemen aşağısındaki Cantinho de Avillez‘de yedik. Burası Lizbon yazısında da bahsetmiş olduğum Jose Avillez’in bir başka restoranı, kendisi buralarda […]